
Bir akşam yemeğinde konuşuyorduk. Oğlum, o gün tablette oynadığı eğitim oyununu anlatıyordu heyecanla. Oyunda yanlış cevap veren öğrencilere ceza veriliyormuş.
Gözümde ciddi bir öğretmen modeli canlanırken, birden şöyle dedi:
“Baba, sen de öğretmen ol ama yanlış yapanları gıdıklayarak cezalandır!”
İkimiz de kahkahaya boğulduk.
Tam o sırada bana döndü ve ekledi:
“Ama sen benim öğretmenim olma… çünkü zaten benim babamsın.”
O cümle, kalbime dokundu.
Çocuğum için öğretmen değil, güvenli alan olmak çok daha önemliydi.
Bir akşam film izlerken elinde televizyon kumandasıyla bana yaklaştı.
“Baba, zamanı durdurabilir misin?” diye sordu.
Gülümseyerek “Neyi durdurmak istiyorsun?” dedim.
Gözlerime baktı ve şöyle dedi:
“Sen işe gitmeden önce bu anı…”
O an içimden geçen tek şey, saatleri susturmak oldu.
Televizyon kapandı. Kumandayı kenara koydum ve ona sıkıca sarıldım.
Zamanı durduramazdım ama hissettirebilirdim.
Ve o an, gerçekten durmuş gibiydi.
Oğluma kodlama öğretmeye karar vermiştim. Bilgisayar başına geçtik, Scratch ekranı açık. Komutları anlatırken onun gözleri başka yerdeydi — LEGO kutusunda. Dikkatini toplamaya çalışırken sordum:
“Oğlum, bu satır ne işe yarıyor?”
Hiç tereddüt etmeden cevap verdi:
“Bu baba… Eğer yanlış kodlarsan kule düşer!”
İşte o anda jeton düştü.
Kodlama sadece ekranla değil, dokunarak da öğreniliyordu.
O gün bilgisayarı kapattık, legoları açtık. Döngüleri kuleyle, koşulları arabayla öğrettik.
Oğlum bana kendi öğrenme dilini gösterdi.
Ben de öğretmekten çok, öğrenmeye başladım.
Oğlumla bir akşamüstü parkta yürüyorduk. Elimde telefon, işler arasında koşturuyorum. Yanımda yürüyen minik ayaklar birden durdu, başını kaldırdı ve sordu:
“Baba, sen küçükken yalnız mıydın?”
Bu soru içime oturdu. Göz göze geldik, bir adım yaklaştı ve usulca dizimin dibine oturdu:
“Ben hiç yalnız kalmayayım olur mu?”
O an sustum. Telefonu cebime koydum. Konuşmadan, sadece sarıldım.
Bu küçücük cümle, bana birlikte geçirilen zamanın değerini yeniden hatırlattı.
Sadece o an vardı. Sadece o ve ben. Ve bu yetti.